|
Adam
Sanat, aralık
1998, sayı 157, s.65-69
ÇEVİRİDEN
İP CAMBAZLIĞINA
Sabine
Adatepe
Çevirmek:
Bir sayfayı çevirmek, bir arabayı çevirmek, evirip çevirmek,
dönüştürüp çevirmek, ters çevirmek... çevrili, neyle?
Çevirmek:
Oynamak, aktarmak, köprü oluşturmaktır.
Çevirmek:
Kesip atmak, soğutmak, sıkıştırmak, köprüleri
yıkmak da olabilir.
Bir
yazı çevrilir: Bir dilden bir başka dile aktarılır.
Kulaktan kulağa oyununda olduğu gibi her aktarımda
belli kayıplar ortaya çıkar, ara sıra bir kazanç
da görülür. Aktaranın görevi ise, kayıpları da,
kazançları da en azına indirip, orijinale mümkün olduğu
kadar sadık kalmaktır. Bu, sorumluluk, bilinç, duyarlılık
ve aktarımın yapıldığı anda dikkatin
yoğunlaştırılıp odaklaştırılmasını
ister.
Çevirmen,
yaptığı işte bir yazar kadar saygı bekleyebilir
– bir yazar kadar özen gösterirse ve ona göre başarı
elde ederse eğer. Çevirmenlik, yazarlık veya diğer
sanatsal, yaratıcı uğraşlar gibi bir meslektir,
bir meslek olmalıdır. Okuryazar olmak “yazar” olmak
için ön koşul olmakla beraber nasıl yetmezse, çevirmen
olmak için de iki dili bilmek ön koşuldur, ama yeterli değildir.
Bir yazar yazdıkları için ne kadar sorumluysa, bir çevirmen
de çevirdikleri için o kadar sorumludur; çeviri kimin tarafından
istenip sipariş verilmiş olursa olsun. Bu sorumluluk,
zana’at, sanat bilgisi ve disipliniyle beraber mesleksel bir etiği
de kapsar. Çevirmenin işini, yazarın işinden ayıran
bir özellik de, çevirmenin sürekli bir başkasının
ruh haline, bir başkasının düşünce yapısına,
anlatımına, diline girip çıkma zorunluluğudur.
Birçok şeyin anlatılmasının, açıklanmasının
ne kadar zor olduğunu biliriz; kendi dilimizin bir türlü
dönmez olduğunu yaşamışızdır. Bir
başkasının söylediklerini, düşündüklerini,
yazdıklarını aktarmak ise, en uygun deyişi
bulmakla bitmez; bunları söyleyen, düşünen, yazan kişinin
muhtemelen en uygun bulacağı bir şekilde ifade
etmeyi de gerektirir, çevirmeni bazen insanüstü zorluklarla karşı
karşıya bırakır. Bu noktada çevirmenin kişiliği
– duyarlılığı, dürüstlüğü, tutarlılığı
ve sorumluluğu – devreye girip kendini gösterir.
Çevirmenin
nam-ı diğeri ise, tercümedir; çevirmen, mütercimdir.
Bir Arapça-Farsça karışımı olan, o dillerde
ise (teleffuzlarına göre küçük farklılıklarla)
aynen kullanılan “tercüme” kelimesi, bir dilden bir başka
dile çevirmek, bir şeyi yorumlamak, ifade etmek, bir şeyi
bir halinden bir başka haline dönüştürmek (çevirmek),
açıklayarak değinmek, bir kişinin öz yaşamını
yazmak anlamlarını taşımaktadır. Arapçada
bir filmin başka bir dilde seslendirilmesine bile “mütercem”
denir.
Çok
dilli ve çok dillerle uğraşmaya mecbur kalan Osmanlı
İmparatorluğu'nda tercümanlığın doğal
olarak önemli bir yeri vardı. Avrupa dillerinin eski aşamalarındaki
Dragoman/Drogman kelimesi de buradan geliyor. Almancada hâlâ sözlü
çeviri için kullanılan “dolmetschen” kelimesi de Osmanlıca/Türkçe
kökenli bir kelimenin (dilmaç) türemesidir. Içindeki “o” harfi
de, Türkçenin de ait olduğu Ural-Altay dillerinden Macarcanın
sayesinde “i” yerine geçmiş. Daha XVI. yüzyılda ortaçağ
Almancasında “Dolmetsch” profesyonel bir tercüman için kullanılmıştı;
meslek grubu belirten daha yeni bir ekle “Dolmetscher” olarak
günümüzde de kullanımda. Ancak, Almancada çevirmenin iki
anlamı için iki ayrı kelime kullanılır: “dolmetschen”
sözlü çevirmek, “übersetzen” yazılı çevirmek için. Halk
dilinde ne kadar birbirleriyle karıştırılırsa
da, konunun içinde olanlarca bu iki alan net bir çizgiyle birbirinden
ayrılır. Ingilizcede “translate” ve “interpret”; Fransızcada
“traduire” ve “interpréter” aynı şekilde birbirlerinden
ayrılır. Özellikle Latince kökenlerini belli eden Avrupa
dillerinde çevirinin “bir yerden bir başka yere” (trans-,
ya da ses uyumundan dolayı kısaltılmış:
tra-) aktarma; karşılıklı iki ya da birçok
tarafların “arasında” (inter-) gelip gitme, alış
veriş etme yönleri öne çıkmaktadır.
Yüzeysel,
plansız çalışmanın istisna olmadığı
bir kültürde doğal olarak çeviri de çoğu kez gereken
titizlikle yapılmamaktadır. Yine de ara sıra özensiz
çeviri gölünden tek tük incileri seçme fırsatını
bulan okur, genellikle çeviriye karşı tümüyle kayıtsızdır.
Bu, çeviri oranı daha az olan, “büyük” olarak adlandırılan
(bu niteliksel değil, tümüyle niceliksel bir sıfattır)
– Alman, Ingiliz ya da Fransızca gibi – edebiyatlar için,
anadil okuru ya da o dili anadili kadar okuyabileni daha az olan
– Türkçe, Farsça, Danca gibi – “küçük” edebiyatlar için de geçerlidir.
“Büyük” edebiyatlarda çevirinin bir sorun oluşturmamasında
ise genellikle, “büyük” edebiyatlara ev sahipliği yapan kültürlerde
çevirinin profesyonelce yapılması önemli bir rol oynar.
Edebi eserlerin tümüne varan bir oranı, profesyonel edebiyat
çevirmenleri tarafından çevrilir. Teknik literatür ise, ilgili
alanın uzmanı olan biri, ya da bir topluluk tarafından,
geniş bir başvuru yelpazesi kullanılarak kaynak
dilinden kazandırılan dile çevrilmektedir. Ayrıca
hem güzel edebiyat çevirileri, hem de teknik eserlerin çevirileri,
yayınevlerinde editör (lektör) ve/ya uzmanlar tarafından
denetlenip düzeltilir; ancak bu değişik tarafların
onayını aldıktan sonra yayımlanma şansı
kazanır. Çevirmen – kendi yazarlığı ya da
bilgi/bilim alanındaki uzmanlığından dolayı
– ne kadar tanınmış bir kişi olursa olsun,
kitabın kapağında değil, iç tanıtım
sayfasında, bazen sadece küçük bibliyografik notlarda kaydedilir.
Çevirmenin yazara sadık kalmasından kuşku duyulmaz,
çevirmene güvenilir; bu güven denetimle sağlamlaştırılır.
Ancak
okurlar tarafından çevirmene önem verilmez. Çevirisi iyiyse,
kimsenin umurunda değildir: İyi bir yazar, iyi bir kitap
yazmıştır denir; çevirmen övülmez. Ancak çevrilen
eserde okunurluk bakımından zorluk çekilirse, ilk etapta
çevirmenden şüphelenilir. Yine de okur tarafından değil:
Okur kitabı rahat okuyup okuyamadığına bakar,
rahat okuyamazsa, kötü kitap, kötü yazar diye kafasını
daha fazla yormadan kitabı bir kenara bırakır,
biter gider. Eleştirmenler ise, özellikle de kitabın
orijinalini okuma olanağını bulan bir eleştirmen,
çeviri konusunda fikir belirtmeye yönelir. Kitap iyi çevrilmiş
ise, yani okur – eleştirmen rolünde okur da olsa – okuyunca rahatsız olmazsa, çoğunlukla
çeviri konusunda tek söz edilmez. Ancak – özellikle eleştirmen
sıfatındaki – okur, okurken tökezleyip durursa, çeviriden
kuşkulanıp, kitabın orijinalini elde etmeye çalışıp
hata avına çıkar. Kaynak dili İngilizce, Fransızca,
Almanca gibi çokça bilinen bir dil ise, hayatında çeviri
yapmamış eleştirmenler de, işi gücü dil/lerle
uğraşmak olan başka çevirmenler de söz konusu kitabın
çevirmenini çekiştirmeye kalkışırlar.
En
iyi sonucu elde etmek için tartışmaya her zaman ihtiyaç
duyulmakla beraber, ilgilenen herkes, bunun zamanını
ve mekânını düşünmeli; daha da önemlisi, hataların
ya da sınırlı, yetersiz kalan çeviri yetilerinin
sebeplerini göz önünde bulundurarak yaygın olan “kavga için
kavga” ilkesinden vazgeçip kendini çevirinin, genel olarak yazının,
ifade etmenin koşullarını iyileştirmeye vermelidir.
Bu hepimiz, çevirmen olan, olmayan, okuma alışkanlığı
olan, olmayan, dil biliyorum diyen herkes için bir görev, bir
yükümlülüktür. Bu görevin yerine getirilmesi her ne kadar hepimize
düşerse de, birinci planda yine çevirmen ve birincil denetim
mekanizması olarak yayınevi sorumludur. Edebiyat ile
ilgili birçok konularda olduğu gibi, çevirideki "iyileştirme"
konusunun ipleri yayınevlerinin ellerindedir. Bu iplerin,
daha sorumlu, daha tutarlı davranılarak, maliyet daha
az düşünülerek kullanılmaları arzu edilir.
Fransızcanın
çeviri (“traduction”) konusunu daha da detaylandırması
– anadilden bir başka dile yapılan çeviri “thème”, bir
başka dilden anadile yapılan çeviri ise “version” olarak
ikiyi ayırmak mümkündür – çevirinin genel bir sorununa işaret
eder: Bir metin, bir dil, bir kültürden bir başka dil, bir
başka kültüre nasıl aktarılabilir? Aktarılması
mümkün müdür?
İçerik
ve biçem (sözdiziminin ve anlam yükünün birbirini tamamlamasıyla
ortaya çıkan biçem) bir bütün oluşturur. Bu, teknik
metinler için daha az bir oranda, şiirler için ise yüzde
yüz geçerlidir. Bir metnin kendine özgü bir havası, bir atmosferi
vardır. Bu atmosferi yaratan sözcüklerin, sözcük bağlantısı
olan cümlelerin değişik yorumlara açık olmaları,
kalmaları hayati önem taşır. Bir şiiri okuduğumda,
içinde bulunduğum ruh hali, içimdeki dünya ve çevre bilgi
birikimi – yani eğitim ve çevre aracılığıyla
edindiğim önkoşullar – bir sözcüğü, bir harfi şöyle
ya da böyle sessiz ya da sesli şekillendirmeye, telaffuz
etmeye yönlendirir beni. Okuduğum metin, o an için şu
ya da bu anlamı kazanır. O an içinde bulunduğum
ruh hali, metnin bir sözcüğünün nüans ve anlam yelpazesinden
bir ya da birkaç seçeneğini tercih etmeye iter beni. Bu zorla,
zorunlu bir seçim de olabilir, içten gelen, gönüllü, gayri ihtiyari
bir tercih de. O an tercih ettiğim yorumu karşımdaki
farklı yapabilir, büyük bir olasılıkla yapar da
– onun ruh hali benimkine o an için benzese bile, dünyası,
çevresi ve bunlardan edindiği içindeki deneyim ve bilgi birikimi
farklıdır. Yaptığım tercih, orijinali
bilmeyen birinde de benim tercihimin üzerinde bir yorum yelpazesinin
açılmasına yol açar. Tercihimin yeni bir yorumu, yeni
bir tercihi yapmaya mecburdur; yazarın kastettiği anlama
ne kadar yakın olduğu ise meçhuldur. Bunu engellemek
olanaksızdır, gerekmiyor da belki. Ancak bunun bilincinde
olmak gerekir. Fransızlar bu bağlamda “thème”/”version”
arasında ayrım yapabilirlerse, dil duyarlılıklarını
kutlamaktan başka bir şey elden gelmez.
Goethe’nin
hafifçe eskimiş diline rağmen, belki de özellikle o
dilinden dolayı eserlerini okurken, içeriği bir yana,
sadece dilinden etkilenip duygulanırım. Özenle yapılan
Türkçe çevirisinde ise ancak içerik ulaşır zihnime,
dilin özelliği kayıptır. Belki Türkçe anadilim
olmadığı içindir bu. Ancak öyleyse, örneğin
Orhan Veli’yi Türkçe okurken etkilenip, Almancaya yapılan
çeviriden hiç ama hiç zevk alamamam nedendir?
Çeviri,
özellikle şiir çevirisi bir sanattan çok, cesaret isteyen
ip cambazlığına benzer. Tüm diğer yazı
biçimlerinden en çok şiir duygulara, duygulanımlara
hitap eder. İçeriği tümüyle biçim ve biçemine bağlı;
biçimi/biçemi de içeriğe bağlıdır. Ancak her
ikisi ince bir ahenk içinde ise şair, okurunu belli belirsiz
etkileyebilir. Ancak aktardığı duygulanım,
istediği, düşlediği etkiden, yazarken kendisinin
içinde bulunduğu havanın aktarımından çoğu
kez uzak olacaktır. Önemli olan ise, şiiri okuyanda
ayrımına varacağı, şairin yöneldiği
çığırdan fazlasıyla çıkmayan bir etkilenime
temel atılmasıdır.
Buna,
özellikle şiir çevirisinde değişik çözümler getirildi,
getirilebilir; her yeni çeviri yeni bir çözüm arayışıdır
belki. Goethe, Arapça ve Farsça bilmediği halde son derece
etkileyici, kültürdaşlarına zamanın doğu düşün
ve duygu dünyasını ustaca aktaran Batı Doğu
Divanı kaleme aldı; – zamanın dil oğlanlarından önde gelen
oryantalist Joseph von Hammer-Purgstall’a çeviri yaptırarak
– Hâfız, Firdevsî gibi üstatlardan esinlenerek doğuya
özgü bir biçemde, doğuya özgü içerikleri işlemeyi başardı.
Bu, ne kadar çeviri değilse, özgün kalem de değildir.
İranlı kalem üstatlarına ithaf olmakla beraber,
doğuda vakti zamanında yaygın olan kaside türü
övgü edebiyatı çerçevesinin de ötesindedir. Almanca ile Farsça
arasındaki dil ve kültür farklılıkları göz
önünde tutularak, Goethe’nin özgün bir yol seçtiği kabul
edilirse, örneğin Almancaya, Farsçaya göre daha yakın
olan İtalyancadan, hatta daha da yakın olan İngilizceden
yapılan bazı çevirilerde de benzer bir tercihin, yani
son derece serbest bir aktarımın yapılması
gözlemlenir: Rudolf Pfleiderer’in, Karl Streckfuß’un ilk çevirisini
gözden geçirerek, düzelterek yaptığı Dante Alighieri’nin
İlahi Komedya’nın çevirisi; August Wilhelm von
Schlegel, Ludwig Tieck, Kont Wolf von Baudissin, Ferdinand Freiligrath
vd. tarafından yapılan, son derece beğenilen ve
tutulan oldukça özgün William Shakespeare çevirileri/aktarımları
bunun göze çarpan iki örneğidir. Shakespeare’i, Dante’yi
Almanca okuyanların girdikleri hava, onları İngilizce/İtalyanca
okuyanların bulunduğu havadan ne kadar farklı acaba?
Elias
Canetti’nin Almancası çok az kişinin yazabildiği,
özel, çok dakik, tam hedefini vuran, yine de son derece canlı
ve akıcı bir dildir. Türkçesinde ise içerik ne kadar
aktarılırsa da dilin herhangi bir özelliği kalmaz.
Bu kayıp, çeviri yoluyla yapılan aktarımın
doğal bir sonucu mu acaba? Çevirmeni suçlayıp yetersiz
sonuca katlanmaktansa, oturup yeni, daha iyi bir çeviriye kalkışmak
çözüm yolu olarak düşünülebilir... İşte o zaman,
yapılan çeviride de şu ya da bu noktada – başka
bir yorum tercih edildiği için – daha iyi ise bile, bir iki
başka noktada daha kötü ya da benzer bir şekilde yetersiz
kalacağı görülür. En iyi çeviri bile herkesi tatmin
etmeyecektir; tatmin olmayanların ilk sırasında
da çevirdiği metnin orijinalinin güçlü yanlarını
da, kendi zayıflıklarını da bilen çevirmen
gelir. Çevirmenin ve çeviriyi ısmarlayan kişinin/kurumun
haklı bir eleştiriye, değil bir yorumdan, bilmemezlik
ya da yanlış anlamadan kaynaklanan hataların düzeltilmesine
açık olmaları gerekir. Eleştiriyi, düzeltmeyi getiren
ise, metnin, eleştirdiği şekilde çevrilmeseydi,
belki hiç yayımlanmayacağını unutmamalıdır;
kendisi orijinali de, çevirisini de okuyup değerlendirebilme
durumundaysa, bunu bir ayrıcalık bilip, bundan mahrum
olan büyük çoğunluğun metne hiç ulaşamamasındansa,
mükemmel olmayan bir yaklaşım sağlandığına
sevinmelidir. Ayrıca, çeviriden daha çok metnin içeriğine
ışık tutmak daha yararlıdır.
Çevirmenin,
karşı karşıya kaldığı her metnin
önünde, orijinalin bir yorumunu getirmenin, havasını
şöyle ya da böyle aktarmanın, iyi kötü bir çeviriyi
ortaya koymanın, orijinali okuyup kendi kendince keyiflenerek,
duygulanarak vs. orijinal dilini bilmeyenlere aktar(ıl)masına
yanaşmamaktan ya da aktar(ıl)masından vazgeçmekten
daha iyi olup olmadığına karar vermesi gerekir.
Eğer çevirmekten yana karar verirse, çevirme sırasında
bir takım söz, sözcük, deyiş, deyim... için hep yeniden
tercih edip karar vermek zorundadır.
Çevirmen,
ip cambazına benzer: düşmediği sürece alkışlanan
sanatçıdır; düşerse, gülünen, horlanan palyaçoya
döner. Sanatın ince havasını solumaktan, tıpkı
bir yazar gibi bir eser ortaya koymaktan – “sadece” çeviri yoluyla
ise de – vazgeçebilir; ya da çaresini, bir daha ipe atlayıp
şansını yeniden denemekte arayabilir. Tekrar alıştırma
yaparak, bilenlere danışarak, cesaretini toplayıp,
biraz özen göstererek yeniden alkışlanan sanatçıya
dönüşebilir. Yeniden ip serüvenine çıkanlara, tekrar
düşme tehlikesine karşın mesleklerine sorumlu bir
şekilde soyunanlara şükretmek gerek! Ancak ipe atlayışı,
bir oyun gibi tutarsız, ha düşerim, ha giderim diye
bir oyun olarak değil, ciddiyet, tutarlılık ve
sorumluluk isteyen bir meslek olarak algılanmalıdır.
Başarı, tatmin olmak, tatmin etmek ancak bundan gelir.
Çevirmen,
aracı, arabulucu görevi gördüğü için arada kalır
çoğunlukta. İyi bir kitap için kendisine değil,
yazara övgü yağdırılır. Ne olursa olsun arabuluculara,
köprü oluşturanlara ihtiyacımız eksilmez eksilmeyecektir.
Dünyamız dillerden düşmeyen küreselleşme yoluyla
“küresel köy”e dönüşmeye başlamışsa da, bu,
ileride arabuluculara gerek kalmaz anlamına gelmez. Tam tersine:
Küreselleşmekle, yakınlaşmakla, uçurumlar, karşı
kıyıdaki farklılıklar daha da belirgin olmaya
başlayacak, arabuluculara gereksinim de, üstlendikleri sorumluluklar
da artacak.
*
Not: Bir çevirinin üçüncü bir dilden yapılması konusuna
değinmek gerekir mi gerçekten? Söz konusu çok uç bir dil,
yani pek kimsenin bilmediği bir dil değilse, üçüncü
bir dilden çeviri yapmak; Kadıköy’den Karaköy’e değil,
Kadıköy’den önce Adalara gidip, oradan vapur değiştirerek
Eminönü’ne gitmek gibi bir şey: vapurlar ne kadar aynı
şirkete ait ise, hepsi birbirinden farklı, varış
yerleri de birbirlerine çok yakın ise, yine farklıdır,
yine bağlayıcı bir köprüye ihtiyaçları vardır.
Ancak son vapur kaçırılmış ise, yani kaynak
dilinden çeviri yapabilen kimse bulunmaz ise, bir başka araca,
üçüncü bir dile ihtiyaç doğabilir.
©
Sabine Adatepe 1998
|
|