|
Adam
Sanat, ekim 1999, sayı 167, s. 26-31
ARTÇI ŞOKLAR
DEPREM
SONRASI İZLENİMLER
Sabine Adatepe
17 Ağustos’u unutma, çatlakları sıvama, sıvatma!
(Sivil
kuruluşların sloganı)
"Saymaya
başladım. 15‘ten sonra vazgeçtim : bu deprem değil,
dedim kendi kendime..." İbrahim G., İzmit’in 18.000
nüfuslu bir mahallesinin muhtarı. "Mutluyum", diyor,
"mahallemde kimsenin burnu kanamadı." İbrahim
Bey, İzmit Olimpik Buz Paten Salonu’nun da müdürü aynı
zamanda. "Böyle bir şeye kalben hazır değildik",
diyor depremden dört gün sonrasında en acil sorunları
sorduğumuzda ve şöyle devam ediyor: "Şimdiye
kadar 500 ceset geçti buradan. Şu an yüzü aşkın
var. Dün amonyak sızıntısından dolayı
bir ara yenilerin alınmasını durdurmak zorundu
kaldık." İbrahim Bey’in personeli, spor tesisinin
her zamanki personeli. Ancak bayan personelini eve göndermiş
ilk günde İbrahim Bey: "Baktım, tanıdıkları
getiriyorlar, hepimiz için zordu, kadınlar için kaldırılır
gibi değil." Bir hekim ve cesetleri yıkamak için
birkaç adam istihdam edilmiş yanına. İbrahim G.,
olağandışı görevini son derece takdir edilmesi
gereken bir sorumluluk ve insancıllıkla yerine getiriyor.
"Fazla düşünmenin, üzülmenin lüksü yoktur bizde",
diyor.
İzmit
kriz masasınca morga dönüştürülen buz paten salonunda
bekleyen cesetlerden kimliği belirlenenler yakınlarına
teslim ediliyor, defnediliyor; diğerlerinin ise kimlik tespiti
için fotoğraf çektiriliyor iki günde bir. Resimlerin ne yapılacağını
ise İbrahim Bey de bilmiyor. "Belediye’nin kriz masasında
bilgisayara geçiriyorlar herhalde", diyor.
"Türkiye’nin
tüm nüfusu bilgisayara kayıtlı. Şimdi kayıp
ve ölüler kaydedilip bu şekilde somut rakamlar tespit edilir",
şeklinde açıklıyor Körfez Kaymakamlık kriz
masasındaki subay, ölülerin kimlik tespiti nasıl yapılıyor
sorumuzu yanıtlarken. Bu işi somut olarak kimin nerede
yaptığı sorumuzu ise yanıtsız bırakıyor.
Kriz
masalarındaki hasar tespit listelerini gördük : İsim,
yıkılan binanın adresi, belki de hasar derecesi
kayda geçiyor, bu kadar. Ölü ve kayıp sütunları ise
boş! "Deprem devam ediyor. Bittikten sonra gidip yerinde
tespit edeceğiz", diyor İzmit Valiliği Kriz
Masası Bayındırlık görevlisi depremden üç
gün sonra. Evet, deprem devam ediyordu, durduk yerde sarsılıyorduk,
jöle üzerinde yürüyormuş gibi. Artçı şok denilen
sarsıntılardı bunlar; belki haftalarca, belki aylarca
devam edecek artçı şoklar. Peki, yerinde tespitler?
Körfez Kaymakamı, "Ekipler devriye geziyor, hasarı
da, halkın ihtiyaçlarını da tespit ediyorlar"
diye konuşmuştu.
"Kobe
depreminden sonra", diye anlatıyor çevirmenliğini
yaptığım İsviçre Kurtarma Ekibinin özel görevlisi
Hans G., "Kobe'de büyük meydanlarda koskoca panolar açıldı,
kimliği belirlenemeyenlerin fotoğraflarının
sergilendiği panolar. Halk gelip buradan yakınlarını
arıyordu..."
Bana
da, konuştuğumuz tüm yetkililere de soruyor Hans: "Depremden
hemen sonra halk nasıl bilgilendirildi? Ne yapması gerektiğini
nasıl öğrendi? Millet, yakınlarının durumunu
öğrenmek için, kendi durumlarını bildirmek için
nereye başvuruyor? Bu başvuru mekânları halka nasıl
bildirilir?" Her ne kadar yetkililerin yanıtları
da, "televizyon, radyo ve devriye gezen emniyet araçlarıyla
halk bilgilendirildi; halk her resmi makam, özellikle de her yerde
kurulan kriz masalarına başvurabilir" şeklinde
olduysa da, depremi ve sonrasını yaşayan bizler
biliyoruz, yabancı sivil koruma uzmanı Hans'ın
sorularına yanıtımız açık ve acılıdır
: Halk bilgilendirilmedi, yakınların akıbeti hakkında
bilgi almak için başvuracağı da hiç bir yer yoktu,
yoktur da...
Çocuk
tasma taktığı sokak köpeğiyle geliyor, yabancı
kurtarma ekiplerinin merkez kurdukları İzmit İtfaiyesine.
"İsmi Haşmet", diye dört ayaklı yeni
arkadaşını tanıtıyor: "Biz de kurtarma
çalışmalarına katılacağız..."
İlk günlerde bölge halkının umudu köpekli kurtarıcılardı;
dört, beş gün sonra da öfkelerinin hedefi: "Şuradan,
buradan ses geliyor, neden gelip yakınımızı
kurtarmıyorlar?" Bir tespit ekibi gidiyor, bakıyor
kurtarma şansı sıfır, çekilip, kurtarma şansı
belli bir oranda olan yerlere dönüyor. Onlar için kimi değil,
kaç kişi canlı kurtaracakları önemli. Halk ise
akraba, yakın derdinde doğal olarak.
Derince'de
ana cadde üzerinde sabahtan beri İsviçreli ekip görevde.
Moloz yığını halindeki binadan sabah saatlerinde
iki çocuk canlı kurtarmışlar. Aynı enkazda
daha iki erkek, bir kadın, bir de çocuk canlı tespit
ettikleri için harıl harıl çalışmaya devam
ediyorlar. Halk ise, bunlar hiç çalışmıyorlar diye
yakınıyor. Kepçe, dozer çalışmıyorsa
ekip çalışmıyor demek halkın gözünde. Depremden
sonra üçüncü gün, enkazın caddeye bakan cephesinde iki erkek,
akrabalarının cesetlerini çekmeye çalışıyorlar.
Arka ve yan taraflarında çalışan kurtarma ekibi
şefleri gelip bunları uyarıyor: "Burada yaptığınız
hareketler, bütün enkazı kayma tehlikesine atıyor! Kızınız,
kız kardeşiniz ölü, birkaç saat daha bekleyebilirler.
Şimdilik çekilin, yoksa diğer taraftaki canlıların
canlarını da tehlikeye sokuyorsunuz." Vatandaşlar
anlayışsız, bu üçüncü gün, cenaze kaldırılacak,
defnedilecek ya! Epey bir çekişmeden sonra homurdana homurdana
iniyorlar enkazdan. Yabancı ekip ise, İslamda, cenazenin
üç gün içinde defnedilmesi gerektiğini bilmediği için
milletin anlayışsızlığına şaşırıyor.
Bir, bir buçuk saat sonra bir erkek canlı çıkartılıyor.
Bekleşen kitle, yaşama dönen gencin üzerine heyecanla
varıyor, ambulansın kalkmasını engelliyor.
Sevinç mi, merak mı, öfke midir bu, gencin yüzüne tükürdükleri
bir türlü anlaşılamıyor. Ambulansın yola fırlamasıyla
çok sayıda televizyon ekibi de çekiliyor. Bugünkü sansasyonlarını
kameraya aldılar; vakit paydos zamanıdır. Ambulans
kalktıktan hemen sonra olay yerine varan bir televizyon ekibi
ise, "story" yakalayamadıkları için kızgın
mı kızgın. Az kaldı, kurtarma ekibini "niye
bizi beklemediniz" diye azarlıyacaklar.
Kurtarma
ekibinin çalışmaları ise devam ediyor. Kavurucu
sıcakta - termometreler 40'ları aşıyor - sokaktan
birkaç kere su dağıtan kamyon geçiyor, isteyen herkese
bedava su dağıtıyorlar. Enkazdan indirdiğimiz
vatandaşlar, akşam üzere ekibin tercümanlığını
yapan bana geliyor: "Söyle", diye ısrar ediyorlar,
"bunlar daha ne zamana kadar uğraşacaklar? Bizim
kızımızın, kız kardeşimizin cenazesi
uluorta kaldı. Onları defnetmemiz lazım..."
Ne diyebilirim ki onlara?
Enkazın
ön tarafından alttan bir yerden su fışkırıyor,
suları kesik olan İzmit'te kim bilir nereden geliyor
fışkıran su. Bekleşen kitleden sürekli birileri
suyun çıktığı yere kadar tırmanıp,
şişe dolduruyor, elini, yüzünü, hatta ayağını
yıkıyor, gülüşerek birbirlerini ıslatıyor.
İki üç metre arkalarında defnedilmemiş cenazeler
bekliyor, yine iki üç metre daha da arkalarında yabancı
kurtarma ekibi canlı kurtarma derdinde... Gece saatlerinde
ikinci erkek kurtarılıyor. Ekip, çocuk ve kadını
kurtarmak için çalışmaya devam ediyor. Sabah saatlerinde,
enkazda kalan boşluklardan sesler yankılanıp sahiplerinin
bulunduğu yerden değil, dolaşarak bambaşka
bir yerden çıktığı anlaşılıyor.
Kadın ile çocuk bulunamıyor. Sesleri de çoktan kesilmişti...
Soruyoruz
birbirimize : Kayıp ve ölü sayıları açıklanıyor
her gün - nereden geliyor bu somut rakamlar? Olay yerindeki kriz
masalarının listelerini gördük. Ambulansla önce hastaneye,
sonra morga gönderilen cenazeler tamam da, akrabaları, komşuları
tarafından çıkarılan, belki paramparça olup köy
mezarlıklarına gömülenler nerede kayda geçiyor? Bir
de sonraki günlerde enkazların iş makineleriyle kaldırılmasında
kaldırılanlar? Ölenlerin ardında kalanların
şimdi bir kayıp mı, ölü mü dertleri var, bir de
geçinim sıkıntısı : Ölü tespit edilmeyenden
ailesine maaş nasıl bağlanacak ki? Hükümetin ilk
günlerde verdiği tahmini kayıp sayıları neye
dayanıyordu? Bu kayıplar şimdi bulundu mu? Her
gün açıklanan yaralı ve ölü istatistiklerinde ilk günlerden
sonra neden kayıp rakamı bulunmuyor?
"Birileri
gelsin bize ne yapacağımız konusunda emir versin",
diyor genç adam. "Ancak onun gibi biri olsun" diye de
ekliyor, yanımda turuncu üniformalı İsviçreli Hans'ı
göstererek, "kendi adamlarımıza güvenimiz kalmadı"
diye açıklayarak. Etrafındakiler başlarını
evet anlamında sallamakta.
İzmit'in
içinde bir yeşillik alanda yüzlerce derme çatma sığınak
kurdu sokakta kalanlar; birilerinin tatil ya da pazar çadırı
varken, başkaları üstüne ancak naylon çekerek ya da
çarşaf asmakla yetinmeye mecbur. "Çok şükür",
diyor aynı genç, "şu an ekmek, su ve gıda
ihtiyacımız karşılanıyor. Arabalar köşe
başına gelip getirdiklerini dağıtıyorlar."
Daha içerilerde konaklanan halk ise bunlara yetişemiyormuş.
"Sağ olsun, bütün Türkiye bugün bize yardım gönderiyor",
devam ediyor genç. "Ancak yarın, öbür gün ne olacak?
Şimdi kamyon, otobüs dolusu ekmek, domates geliyor. Bir iki
hafta sonra ise bizi kim düşünecek? Buraların düzelmesi
aylar, belki yıllar alacak. Bir iki hafta sonra aç kalacağız!"
Fazlasıyla gönderilen ekmekleri gördük, battaniyelerin, muşambaların
altında - doğru dürüst paketlenmedikleri için zaten
ezilmiş gelen - ekmekler yığın yığın
çürüyordu, valilik meydanının bir kenarında...
"En acil ihtiyacımız tuvalet", dertlerini
yanıyorlar açıkta konaklayanlar. Aynı günün - depremden
sonra dördüncü gün - sabahında ilk kez çöpler toplanmış.
Hiç ellenmemiş birçok enkazın etrafını kokular
sarmaya başlıyor. Biz maskeli dolaşıyoruz.
Halk ise nereden elde etsin ki maskeleri?
Kocaeli
Üniversitesi Polikliniği temizlik personeliyle konuşuyoruz.
Binalar kullanılmaz durumda, ancak polikliniğin bir
iki katı morg olarak kullanılıyormış.
Temizlikçiler, yüz civarında cesedin bu sabah boşaltıldığı
bir katı temizliyor. "Söyleyin yetkililere", rica
ediyorlar bizden, "sağlığımız için
birşeyler yapılsın! Ne aşımız var,
ne maskemiz..."
Üniversite
ve SSK hastanelerinin bulunduğu büyük alanın biraz ilerisinde
ise Kızılay çadırları kurulmuş, yemekhanenin
bir parçası geçici hastaneye çevrilmiş. Kurum, ilk bir
iki gün birkaç acil ameliyat yapmışsa da, artık
ancak ilk yardımla yetinmeye mecbur. "Ameliyat, ameliyat
sonrası bakım demek", diyor konuştuğumuz
anestezist doktor. "İzmit'in hastanelerinin hepsi depremden
devredışı bırakılması en büyük sorunumuz",
diye devam ediyor. Çalışmaya devam eden askeri hastaneye
göndermişler birçok hastalarını, bir de helikopter
ve ambulanslarla İstanbul'a. Personelin aşı, maske
gibi sıhhat sorunlarını sorduğumuzda, sorun
yok yanıtını alıyoruz. Poliklinikteki temizlikçileri
işaret ettiğimizde, özür dileyen bir ifadeyle "dağıtım
aksaklıkları vardır tabiiki" diyor genç doktor.
Sivil
koruma görevlisi Hans G., bir de çadır kentleri görmek istiyor.
Körfez kaymakamı sorumuz üzerine elini uzatarak "yukarıda,
tepelerde kurduk" diyor. Kaç kişi barındırıyorlar
ve tam yeri nerede diye sorduğumuzda ise, "yeri tespit
ettik" diyor kaymakam. Yanındaki subay, "Hükümet
açıklama yaptı, Balkan göçmenleri için kurulan çadırlar
yola çıkarıldı" diye ekliyor. Israrımız
üzerine sayılarını "yirmi, yirmi beş
bin çadır" olarak veriyor, kendilerine kaç tane gönderildiği,
ne zaman varacağı ise meçhul. Beşinci güne kadar,
afetzede vatandaşın sokakta kendi başına kurduğu
sığınaklardan başka İzmit'in hiçbir yerinde
çadır kent kurulmuş değildi. Hans'ın isteği
üzerine İzmit'in statlarına bakıyoruz : Koskoca
alanlar, etraflarında hazır sıhhi tesisleriyle
bomboş duruyorlar...
Tekrar
valiliğe gidip basın çalışmaları yürüten
masayı arıyoruz. Bir masadan bir başkasına
gönderiliyoruz. Basın masası var mı da biz mi bulamıyoruz?
Önceki gün yabancı kurtarma ekipleriyle bir iletişim
ağı kurma telaşında olan, sorumuz üzerine
mükemmel Almancasıyla kendini Telsiz ve Radyo Amatörleri
Cemiyeti (TRAC) temsilcisi olarak tanıtan Aziz Ş.'ye
gönderiliyoruz. Amerikalı bir televizyon ekibiyle söyleşi
yapıyor, yanına vardığımızda. Basın
görevlisi olmadığını açıklıyor,
tekrar kriz masasına gönderiyor. Nihayet üzerinde "çevre"
yazılan bir masanın yanında duran boş bir
masaya götürülüyoruz. Sahi, bu kimsesiz boş masanın
üzerinde yüzü koyun bir levha duruyor : Valilik Basın Bürosu.
Depremden sonra dördüncü gündeyiz, basın ilişkilerini
yürütecek olan bir masa daha yeni kurulacakmış, basın
görevlisi vali yardımcısı ise şu an bir toplantıdaymış...
Hans, kurtarma ekiplerinin yanında gittiği başka
deprem deneyimlerinden yola çıkarak bir basın açıklamasının
yayımlanması, hatta periyodik çıkarılmasının
şart olduğunu söyleyip buradaki kaosu bir türlü anlayamıyor...
Nasıl oluyor da valilik, bu kadar önemli bir anda iletişimi
bir amatörler derneğine bırakıyor diye şaşırıyor
Hans. Aziz Bey'in ise, aynı zamanda Afet Acil Harekat Komitesi'nin
başkanı olduğunu iki hafta sonra basından
öğreniyorum.
"İlk
bölgeye varan yabancı kurtarma ekibiydik. Bizi neden depremin
merkezi olan Gölcük'e bırakmadıklarını anlayamadık",
diye şaşırıyordu İsviçre Kurtarma ekibinin
bir grup şefi. Günler sonra Gölcük'e gittiklerinde ise, bir
malzeme kamyonları yağmalanıyor, kendi araçları
da halk tarafından sopalanıyor. Asıl işlerini
doğru dürüst yapamadan dönmeye mecbur kalıyorlar İzmit
İtfaiyesindeki merkezlerine. "Halk şokta, ne yapacağını
şaşırıp, ambulans olmayan arabaları sopayla
kovuyorlar. Bu bir depresyon ifadesidir." İzmit'te evinden,
işinden olan gönüllü yardımcılara katılan
bir hekim yaşanılanları açıklıyor. "Önümüzdeki
günlerde canlı kurtarma olasılığı sıfıra
doğru ineceğinden dolayı, halkın tepkisine
hazır olmanız gerekiyor", diye uyarılıyor
yabancı ekipler...
Depremin
beşinci gününden itibaren, canlı kurtarma şansı
pek kalmadı diye kurtarma ekipleri yurtlarına dönmeye
başlıyor. İş, bir yandan yerli enkaz kaldırma
ekiplerine, diğer yandan da yaşayanların bakımını
üstlenen değişik yerli ve yabancı kurumlara kalıyor...
Beşinci
günde hâlâ jöle gibi sallanan İzmit'ten trenle ayrıldığımızda,
yeni yapılan, altgeçitleri bile sapasağlam kalan garda
yaşlı bir kadına rastgeliyoruz. "Evlat, beni
şu merdivenden indir de, Derbent'e gideceğim",
diyor, biz de onu perondan perona götürüyoruz. Vardığımız
peronda bu günlerde ancak gecikmeli çalışan trenleri
bekleyenler şaşırıp bize bakıyorlar :
Kadını biraz önce bir asker öteki perona götürmüş.
Sorulduğunda, kadın ne kim olduğunu, ne nerede
oturduğunu, ne de Derbent'e gideceğini mi, yoksa oradan
geldiğini mi anlatamıyor. Kadının üstü başı
yırtık pırtık, kafası sargılı.
Ne yapabiliriz? Bunun gibi bir insanı kimin emanetine verebiliriz?
Hele normal zamanlarda bile pek tutarlı çalışmayan
kurumların tümünü altüst eden böyle bir doğal afetten
sonra? "Otursun, dinlensin, belki aklı başına
gelir" tembihlerine uyarak çaresizce kadını bir
oturağa oturtup kendi haline bırakmaya mecburuz...
Anadolu'dan
gelen, açık camlardan heyecanlı afet bölgeyi seyreden
halkla dolu tren Gebze'ye kadar tek ray üzerinde yavaşça
ilerliyor, sağdan soldan enkazlar, çatlaklar görünmekte.
Gebze'den sonra yaşam normale dönüyor, Haydarpaşa'da
indiğimizde kendimizi sanki bambaşka bir dünyada buluyoruz.
İstanbul'da da hâlâ birçok insan sokakta gecelemelerine karşın,
deprem buralarda televizyon dizisine dönüşmüş halde.
Tıpkı
Amerikan televizyon kanallarının Kosovo savaşı
sırasında yaptıkları gibi, "Deprem öyküleri"
gibi başlıklarla özreklamlarını yapıyorlar,
felaket anında sorumlulukla yayın yapmakla övünen televizyonlar.
Depremden sonra ikinci günde yola çıktığımızda,
Tüpraş patlamak üzere, bir saat sonra da büyük bir deprem
yaşanacak diye anons yapan televizonlar onlar değillermiş
gibi...
17
Ağustos gece şokunu sağ selim atlatan bizler, depremin
boyutları anlaşılır anlaşılmaz üçe
bölündük : "Allah verdi Allah aldı" deyip vurdum
duymazlıktan gelerek çarçabuk gündelik yaşamlarına
dönenler bir; "fay’dan pay" çıkarmaya çalışanlar
iki; yardım telaşına düşenler üç. İlk
grup sessiz çoğunluk olmasına karşın doğal
olarak pek medyatik olamadı. İkinci ve üçüncü grup hakkında
ise türlü türlü gerçek ve yapmacık haber yayımlanmıştır.
Tekrar, işin zararınadır. Yaraları sarma zamanıdır
deniyor. Türkiye’de yaraların sarılmasında ise,
nedense, genellikle unutma, gözden ırak tutma yolundan gidilme
eğilimi yaygındır.
Deprem
gibi doğal bir afet önlenemez ne yazık ki; öyleyse dikkatlerimiz
felaket öncesi ve sonrasında alınacak önleyici, koruyucu
ve sağaltıcı tedbirlere yönelik olmalıdır.
Depremin adeta gündelik yaşamın normal bir parçası
olduğu Japonya’da tüm halka deprem eğitimi verilir,
deprem anında herkes ne yapacağını bilir,
ölüm rakamları böylece düşük tutulur. Amerika, Meksika
ve yine Japonya’da erken uyarı sistemleri uygulamada. Türkiye’de
de depremlere dayanıklı yapılaşmaya uygun
yasalar mevcuttur, uygulayan yoktur... Aksine, gece yarısında
binaların çatlaklarını sıvalayanlar vardır!
Bölgede
yaşayan, evsiz barksız kalan, yakınları ölen
afetzedeler için unutmak ne kadar olanaksız ise, bizler için
de unutmamak, unutturmamak o kadar görevdir.
Sivil
toplum olmak istersek, gönüllü örgütlenme, gönüllü yardım
gibi konularda eş güdümü sağlamak kendimize de, oyumuzla
belirttiğimiz temsilcilerimize de düşer. „Yukarıdaki“lerden
fazla bir şey beklemeden, herkes yapabileceğini bir
kere iyi bilmeli, sonra da uygulayabilmelidir.
Biz
kültür ve medya alanında çalışanlara, panik yaratmamak,
çıkan panikleri yatıştırmak, gerçekçi haber
vermek, halkı kışkırtan ya da olumsuz ruhsal
durumlara düşüren yayınlardan sakınmak gibi görevlerin
yanı sıra, kullandığımız dile dikkat
etmek de düşer kanımca. Meslek aletleri dil olan bizler
için, dili bilinçli kullanma ve insancıl/insanca bir dile
özenle sadık kalma, kendi açımızdan toplumu temsil
eden okuyucularda yara açmama ve açılan yaraları sarmanın
yollarından biridir.
©
Sabine Adatepe 1999 |
|