Adam Sanat, nisan 1999, sayı 161, s. 76-80

Kütüphanecilik Haftasının akla getirdikleri

Sabine Adatepe

 

Her yıl, orman haftası ile mizah haftası arasında kalan hafta içinde, değişik etkinliklerle kütüphanecilik haftası kutlanmakta. Bu kutlama sırasının rastlantı olup olmadığı, kutlayanlarca, bu haftaya yüklenen anlam, amaç nedir soruları her ne kadar incelenmeye değerseler de, bu şimdilik bir yanda dursun. Nasıl olsa hafta boyunca yapılan konuşmalarda anlam, amaç, geleceğe bakış gibi noktalara değinilmiş olacak. Ben, türlü türlü haftaların, günlerin kutlanmasına pek rastlanılmayan, fakat 15.000 civarında kamuya açık, 2300 civarında bilimsel ve sayısız özel kütüphaneyi okurlarına sunan bir ülkeden geldim. Bu yazımda orada -Almanya’da- hiç düşünmediğim, burada ise ikide bir aklıma getirilen kütüphanelerin bir çocuğun gelişmesi açısından -olumlu ya da olumsuz- ne kadar büyük bir önem taşıdığını, konuya, bilimsel açıdan değil, deneyimlerimden yola çıkarak ışık tutmak istiyorum.

Küçükken, daha ilkokuldayken, annemin yerel kütüphaneye giderken beni de yanına aldığını hatırlarım. Kütüphane binası görece yeniydi. Tek katlı, fakat yüksek tavanlıydı. İç mimarinin marifetleri onu üç bölümlü bir alana çevirmişti: bir agora gibi ortada, her taraftan gözükür biçimde, tabanı alçatılmış bir yarı bodrum katında çocuklar bölümü bulunuyordu; etrafında normal zemin düzeyinde, yani çocuk bölümünden biraz yüksekçe bir yerde, kütüphanenin kamuya yönelik idari işler bölümü (gardıroptan, ödünç işlem tezgâhına kadar) ve kitapların bir bölümü yer alıyordu; geniş bir galeri şeklinde yapılan ikinci katta (asma kat) ise büyük bir sessizlik ve huzur ortamında güzel edebiyat ve diğer kitapların çoğu bulunuyordu. Kütüphaneye girer girmez ben geniş tahta merdivenden inip çocuk bölümüne koşuyordum. Burada en ufaklıklar için oyuncak da bulunuyordu; halıfleksle kaplanan yerler, üzerinde oturmaya, oynamaya resmen davet ediyordu. Raflar biz küçüklere göre geniş, açık ve alçak düzeyde, resimli kitaplar rafta değil, konu ya da yaş grubuna göre büyük kutuların içindeydi. Okul çocuklarına yönelik kitaplar kenarlarda, 10-12 yaşında bir çocuğun mutlaka ulaşabileceği raflara dizilmişti.

Bu kasabaya (Pinneberg) taşındığımız zaman -1972’de- ben 9 yaşındaydım; geldiğimiz büyük kent kenar mahallesinde sadece pek zengin olmayan bir ilkokul kitaplığı ve mahallenin tek odalık halk kitaplığının adeta darlığıyla tanışıyordum. Bu yeni tanıştığımız kasaba kütüphanesi benim için bir “vahy” idi, gerçek anlamında dünyalar benim oldu! Kitap kurdu olmamın temeli burada atıldı. İlk gidişlerimizde tabii ki annem benimle beraber iniyordu bu çocuk kitap cennetine, orada benimle oturuyor, kitaplara beraber bakıyor, beraber seçiyorduk. Çocuklara, eve sadece üç kitap almaları için izin veriliyordu. Yetişkinlerin beş adet hakkı vardı. (Oturduğumuz eyalette kitap ödünç alınma ücretsizdi, hâlâ da ücretsizdir. Başka eyaletlerde ücrete tabi tutuluyor.) Bazen sadece daha önce ödünç aldığımız kitapları geri vermek, bazan da acele acele yeni kitap seçmek için gelirdik. Ben kütüphaneye iyice alıştıktan sonra ise, annem alış verişlerini yaparken beni kütüphaneye bırakır, işini bitirdikten sonra yine oradan alırdı. Haftada en az bir günümü böylece orada geçirirdim.

Çocuk bölümünde küçük çocuklar genellikle anneleriyle, bazen de babaları ya da bir ağabey/ablalarıyla otururdu, diğerler yalnız gelip, yalnız otururlardı ya da orada kitap seçen başka çocuklarla arkadaşlık ederlerdi. Bir çocuğun bir kitaba ya da bu bölüme herhangi bir şekilde ziyan verdiğine hiç tanıklık etmedim. Baktığım kitaplarda ara sıra çizgiler veya boyalama izleri bulunmuşsa da, hiç bir kitap ciddi bir şekilde zedelenmemişti.

Kütüphane evimizden çok uzak olduğundan, yalnız gelebilmem için daha iki, üç yıl geçmesi gerekti. Sonra bisikletime binip, 30 dakikalık yolu hiçe sayıp büyük bir heves ve heyecan içinde daha da sık gelmeye başladım. Kendi üye kartım vardı, kitaplarımı seçtikten sonra gururla çıkarıp kendi adıma yeni kitapları ödünç alıyordum. Artık çocuk bölümündeki kitapları iyice ezberleyince kütüphanenin diğer bölümlerine de merak salmaya başladım. Daha ilk başlarda annemin yukarılarda kitap seçtiğini fırsat bilip, çekine çekine bir iki kere yukarıya giden merdiveni tırmanıp yanına koşmuştum. Ne oldu sıkıldın mı, sorusuna cevap veremeyip, sadece bakmak istiyordum. Aynı bina içinde olan çocuk bölümünün de açıkça görüş alanı içinde olan bu bilinmeyen dünyalara yavaş yavaş alışmak istiyordum. Ancak annem yokken sonraki yıllarda ara sıra yukarıki dünyalara süzülüp, oradaki kitaplara bakmaya başladım. Ama o yaşta bana hitap eden kitap yoktu. Çocuk zihnimle öğrenmek, araştırmak istediğim herşeyi, romanlar dahil, çocuk bölümünde buluyordum, bir sevgili yurduna döner gibi hep oraya dönerdim.

Liseye başladıktan belki üç yıl sonra (12-13 yaşlarında) ancak çocuk bölümünü aniden yavan bulup, yukarıki bölümleri kendime yakıştırmaya başladım. Artık sadece herhangi bir kitap almak için değil, daha önce düşünerek seçtiğim iki üç kitabın yanı sıra, bir de orada gözüme çarpan bir iki kitabı ödünç alıyordum. Derdim, okul öğretimini takviye eden kitapları bulmak değildi pek – bir yanda okulda elimize verilen kitaplar iyi ve o zamanki düşünceme göre kâfi idi, diğer yanda okulun ders konularına yoğun bir destek oluşturan güzel bir kitaplığı da vardı. Ancak başka ülke, başka kültür ve tarihlerine yönelik ilgim o dönemden kaynaklanmalı; hatırladığım kadarıyla özellikle yabancı kültürleri ve eski tarihini anlatan kitapları seçiyordum. Bir de romanları. Okulda, ebeveynimden, radyodan, sonraları da gazete ve dergilerden duyduğum, okuduğum bir yazar ismini hemen merak ederdim; mutlaka bir an önce kütüphaneye gidip kitaplarını bulmam gerekiyordu. Bazılarını anlayıp bazılarını ise anlamadan neler okudum o yıllarda...

Çok önemli bir başka şeyi -kanımca bir eksikliği- de belirtmeden edemem: okuldan -ne ilkokuldan ne de liseden- halk kütüphanesinden yararlanmamız teşvik edilmedi. Oysa ki öğretmenlerimin bazılarına kütüphanede rast gelirdim! Ancak lisenin son sınıflarında, ben artık 17 yaşlarındaydım, okul dışındaki kütüphaneler derse dahil edildi: Tarih dersinde Nazi dönemini okuyorduk. Sınıf halinde değil, küçük çalışma gruplarına ayrılmış halde dönem ile ilgili öğretmen tarafından önerilen bir ağırlık noktası üzerine yoğunlaşacaktık. Grup çalışmasına başlamadan önce, öğretmen hepimizle beraber olası yöntemleri değerlendirdi. Aralarında kütüphanede yapılacak olan kaynak araştırması da vardı. Sınıfımızdan üçte ikisinin hiç bir zaman kütüphaneye gitmediğini öğrenince çok şaşırdım. Bir iki kişi hariç, hiç kimse sürekli, düzenli bir şekilde, bir ihtiyacı karşılamak gibi kütüphaneye gitmiyordu! Genç öğretmenimiz de şaşırmış olacak ki öngörülmediği halde hepimizle kütüphaneye kadar gitti. Benim katıldığım çalışma grubu ise, ilçemize bağlı olan, Nazi döneminde bir toplama kampı bulunan küçük bir kasabanın o zamanki tutumunu inceleyecekti. Öğretmenimiz, kendi yerel kütüphanemizin uygun kaynakları bulmaya yetersiz olacağını söyleyerek, kendisiyle birlikte Hamburg Üniversite Kütüphanesi’ne (Carl von Ossietzky Kütüphanesi) gitmemizi önerdi. Böylece ilk defa büyük, son derece profesyonel çalışan bir kütüphaneyle tanışma fırsatı elde ettim. Birkaç kişiyle gidip, “Völkischer Beobachter” ve “Stürmer” adlı dönemin Nazi propaganda gazetelerinin nüshalarına orada baktık. Biraz da yabancı olduğumuz bu büyük yerden ürktük galiba. Fakat önemli olan, büyük kütüphaneler dünyasına ilk adım atılmış olmasıydı.

Sonra Hamburg Merkez Kütüphanesi -önce sıkışık, eski binasında, sonra şu an da bulunduğu geniş, modern yeni binasında- tercihim oldu, orada geçirdiğim saatler, oradan ödünç aldığım kitaplar, dergiler dönem dönem adeta yaşamsal bir önem taşıyordu benim için. Üniversite yıllarında hem fakültemizin kendi bölümümüze ait olan kitaplığının, hem de lise yıllarında kısacık tanıştığım o koskocaman Carl von Ossietzky Kütüphanesi’nin müdavimi oldum. Ancak halk kütüphanesi olan Merkez Kütüphanesi, gözdem olma niteliğini hiç bir zaman yitirmedi. Hatta üniversite derslerim için hazırladığım bazı tebliğler, tezler büyük bir ölçüde buradaki kaynaklara dayanmakta. Herkesin serbestçe gidip gelmesi, herkesin rahatça istediği kitabı kendi eliyle raftan alabilmesi, istediği kadar inceleyip okuyabilmesini sağlayan huzurlu ortam beni her zaman çekti, çekiyor.

İstanbul’a geldikten sonra, bu kütüphanelerin özlemini çekmeye başladım. Yabancı kültür merkezlerinin kütüphaneleri, bu okumayı ve kitap sevgisini teşvik eden atmosferi bir dereceye kadar sağlayabilir nitelikte. Fakat Türk kütüphaneleri beni büyük bir düş kırıklığına uğrattı. İtiraf edeyim, oraya gönlünce ayağımı atmam. Bir de kitap ödünç almam mümkün olmadığından dolayı, zaten bunların araştırmacı olmayan bir okuyucu için ne anlama geldiklerini tam kestiremedim. Daha doğrusu, gelmeyin, gelirseniz de işinizi çabucak görün, kitaplarla kesinlikle haşır neşir olmadan buradan uzaklaşın, mesajı almış gibi hissederim kendimi. Umberto Eco’nun ince ironisi geliyor aklıma; kötü bir kütüphane olabilmenin koşullarını sayıyordu bir konuşmasında: “İdeal durum, okuyucunun kütüphaneye hiç girememesi olurdu. Girebildiğinde ise, kesinlikle kitap raflarına ulaşmasının mümkün olmaması gerekir...” Yoksa sadece bambaşka bir kütüphane hayatı, anlayışı tanıdığımdan mı bana o kadar yabancı geliyor buradaki kütüphaneler?

Türkiye’nin kütüphanelerinin çoğu, kitaplıktan çok bir kitap hapishanesini andırır. İçlerinde gözlerden ırak saklanmış kitaplar, belirsiz kaderlerini bekler. Ara sıra bir okur (ziyaretçi) gelir; kapıda kimlikli imzalı dilekçe verir, kitabı (mahpusu) görmek ister. Nöbetçiler (bekçiler) içeriye dalıp istenilen mahpusları gün ışığına çıkarır. Bekçilerin önünde kısa bir süre her ikisi -kitap da, okur da- hasret giderir. Sonra, kitap tozlanmaya devam etmek üzere kuytu yerine, ziyaretçi de günlük hayatına devam etmek üzere evine, işine, okuluna...

Oysaki bazı kütüphane yöneticileri ve çalışanlarının, kısıtlı kaynaklara ve hâlâ egemen olan okur-kitap-okuma-düşünme düşmanlığı anlayışına rağmen, uygar bir kütüphane için cesur ve yılmaz, hevesli ve özverili, bazı yerlerde etkisini de göstermeye başlayan bir savaşım verdiklerini biliyorum. Bu son derece desteklenmesi gereken çabaların sıcak bir taş üstüne düşen birer damlacık olmaktan çıkabilmeleri için neler yapılmalı? Tabii, bir yandan maddi sıkıntılar büyük bir sorun oluşturmakta. Daha da büyük bir rolü ise bence, kitaba, genel olarak okumaya ve düşünmeye, hatta topluma ve bireye yönelik bakış açısı, anlayış oynamaktadır.

Beni çok rahatsız eden, kanımca sağlıklı bir okuma alışkanlığı geliştirmenin vazgeçilmez ön koşulu olan kitapla birebir ilişkiden mahrum bırakılmadır. Kütüphanelerde bu, kitabın sadece okuma salonunda okunmasının mümkün olduğu, eve ödünç alınmasının ise mümkün olmadığında vücut bulur. Vatandaşlar birer potansiyel hırsız, potansiyel kitap canavarı olarak mı görülüyor ki kitaplar ancak denetim altında okuyucunun ellerine veriliyor, dışarıya ise ödünç olarak kesinlikle verilmiyor?

Akla yine Eco’nun sözleri geliyor: “Kütüphaneci, okuru bir düşman, işinde olmadığı için bir boş gezen, potansiyel bir hırsız olarak görmeli...” Alman Kültür Merkezi’nde olduğu gibi bazı yabancı kütüphanelerde, kitapların ödünç alınıp, belli bir süreden sonra geri verilmesi başarıyla uygulandığı için, yetkililerin bu görüşlerinde yanıldığı anlaşılmakta. Hırsızlık, tahrip olayları hiç olmuyor değil tabii ki. Ama her kütüphane cüz’î bir oranda meydana gelen bu gibi olaylara, kitapların zaman içinde aşınmaları gibi katlanabilir herhalde. (Bir de şu an sürdürülen sistemde tahribat, hırsızlık hiç mi yapılmıyor?)

Türkiye’de çok şükür ikinci el kitapçılığın çok yaygın olmasıyla, kütüphanelerin eksikliği ya da bence eksik çalışmaları biraz olsun gideriliyor. Aslına bakıldığında ise, bu iki kurumun çok farklı görevleri olduğu anlaşılmakta. Bir çocuk nasıl gidip ikinci elcide kitapları saatlerce karıştırarak, kendine uygun bir şey seçip alsın ki?... Belli kitapların bulunması son derece zahmetli ve zaman isteyen bir uğraşa döndüğü için, birçok insan vazgeçer, ya rast geldikleri bir başka kitabı okur, ya hiç okumaz... Belki internet çağında garip gelebilir, ama gönüllü bir okur için kitabın sadece içeriği değil, şekli, kokusu, kağıdın hışırtısı... da önem taşımakta. Bir kitabın nasıl bir ortamda okunduğunun büyük bir rol oynadığı, psikologlarca çoktan ortaya konmuş durumda. Özellikle çocuk ve gençler için, kitaplarla sevdikleri bir ortamda tanışabilmeleri, bir araya gelebilmeleri, haşır neşir olabilmeleri, erkenden kaynak çalışmasının ne olduğunu öğrenmeleri, Memet Fuat’ın bir yazar olabilmenin ön koşullarından biri olarak dile getirdiği “öznel eleştiri gücü”ne kavuşmaları -sadece bir yazar olabilmek için değil- sağlıklı bir kişiliği geliştirebilmekte hiç bir şekilde küçümsenemeyecek büyük bir rol oynamakta. Fazla ileriye gitme olasılığını da göze alarak, toplumun günümüzde yaşayan birtakım sorunlarının kaynakları arasında yer aldığını söylemek istiyorum bu tür fırsatlardan mahrum bırakılışı.

Alman gazeteci Caroline Fetscher “Kursbuch” dergisinin kitap ile ilgili bir özel sayısındaki makalesinde bazı çarpıcı düşünceler öne sürmekte: Kamudan kitap esirgeme, şiddetin bir biçimidir. Bu, demokratik ölçülere göre suç sayılır; halkın eğitimine karşı sürdürülen bir savaştır. Kitapların resmi ya da yarı resmi yasak edilmesi, doğrudan şiddettir; ihmal ya da eksiklikten dolayı yasak edilmesi ise yapısal şiddettir. Kamuya açık bir kütüphane, kitaplara ulaşılmanın zorla sınırlanmasına karşı etkili olabilir. İnsanın toplumsallaşması ve bireyselleşmesinin her sürecinde, kamusalca ulaşılan kitaplarla çalışabilmek damga vurucudur. Kütüphaneler, toplumun vatandaşlarına sunduğu açık yerlerin en korunmuş, en sakin olanıdır. Burada mahremiyet ve alenilik, park, gar, okul ya da sokak gibi başka kamusal yerlerden farklı olarak içiçe girmektedir. (Caroline Fetscher: Das öffentliche Buch, “Kursbuch” No. 133, Eylül 1998, s. 159-174.)

 © Sabine Adatepe 1999